Annelik Halleri

Daha yolun başında, analar tereyağı misali sapsarı sütle beslerken bebeğini, bardağa koysan rakı sanacağın kadar duru, yağsız bir süt üretti o çok güvendiğim nankör memeler.

Terzinin Çırağı

Sıkça görüyoruz artık sosyal medyada, insanlar kendi bebeklik fotoğrafı ile bebeğinin fotoğrafını koyuyor yan yana. Sonra başlıyoruz kıyas ve yorum yapmaya. Gözleri tıpkı ben, burnu sanki biraz çekmiş babaya… Perdenin ön yüzünde bebekler kıyaslanırken, aslında annelik de kıyaslanır sahne arkasında. İtiraf etmem gerekirse, birçok yeni nesil anne gibi ben de mükemmelliğin sınırlarını epeyce zorlamıştım zamanında. Bebeğim için yapacaklarım kadar hiçbir zaman yapılmayacaklar listem vardı hep aklımda. Onun yanında hiçbir zaman sesimi yükseltmeyecek, ona hiç kızmayacaktım mesela. Evimizin kuralları olacaktı, asla taviz vermediğim; hiç kimseye emanet etmeyecek, her zaman kendim ilgilenecek, uyumadığı zamanlar haricinde hep etkinlik yapacak, zamanın en verimlisini, en kalitelisini onunla geçirecek, onu asla ama asla ihmal etmeyecektim… Annemin çok da farkında olmayarak yaptığı hiçbir hatayı tekrar etmeyecek, ben en güzel, en sıcak, en enerjik, en en en çok anne olacaktım. Bebeğimin doğmasıyla birlikte anladım ki iskambil kâğıtlarından yapılmış kuleler kadar sağlam, sarsılmazmış tüm beklentiler… Ufak bir esinti yetermiş yerle bir olmasına. Daha yolun başında, analar tereyağı misali sapsarı sütle beslerken bebeğini, bardağa koysan rakı sanacağın kadar duru, yağsız bir süt üretti o çok güvendiğim nankör memeler. Elimde zerre uyumaz, ne yapsan susmaz bir bebekle kalakalınca anladım ki güme gitti tüm o okuduğum blog yazıları, kitaplar, makaleler. Ben sınırlarımı koyduğuma inanarak, kimsenin müdahalesine ve yardımına izin vermezken, bebeğimle beni mahkûm edip yalnızlığa, görünmez parmaklıklarla çevrili bir hapishaneye soktuğumu bilemedim kendimi. Direndim sonuna kadar. Sonunda üzerime yıkıldı, ütopik beklentilerle kurduğum o büyülü dünya, ben altında kaldım. Değil bebeğe, kendime dahi bakamadım. Yine annem tuttu elimden, hem bana hem benim bebeğime baktı.

 

Annemle ilgili tüm yaşanmışlıklarımı, kırgınlıklarımı çocuğum üzerinden yeniden temize çektim. Ben çocuk aklımda kaydedilen anılarla, çokça suçlardım onu. Çocuk aklı işte, sanırdım ki dünya bir benim etrafımda dönüyor. Düşünemezdim o zamanlar, onun da ilgiye ihtiyacı, hayattan beklentileri, çatışıp durduğu insanlar, benim haricimde de mücadele ettiği ve var olmaya çalıştığı bir dünya var.

O bende eksik bıraktıklarını oğlumda tamamladı. O, benim ihtiyaçlarıma yeterince karşılık veremeyişinin yarattığı suçluluk duygusunun, ben ise ona olan gizli öfkemin neden olduğu suçluluk duygusunun üzerinden geçtik. Bu defa merhamet ve hoşgörü süzgecinden geçirilen akıl gözüyle baktık. Kırılgan, narin kız çocuğunun yüreğinde saklı bir veresiye defteri vardı, annem benim çocukluğumun alacaklarını oğluma ödedi, taraflar birbiri ile helalleşti, bu vicdan meselesi de tatlıya bağlandı. Hani dedik ya, fotoğraflar konuluyor diye yan yana. Fotoğraftakilerin kaşı gözü benzese de üzerindeki kıyafetler benzemiyor bir kere. Bir zamanlar fistolarla süslenmiş, el örgüsü bebek elbiseleri dikilirken, şimdi bambudan, doğal pamuktan üretilen elbiseler giydiriliyor bebeklere. Zaman değişiyor, şartlar değişiyor, ihtiyaçlar ve öncelikler değişiyor. Her insan farklı farklı sınanıyor bu hayatta. Değil otuz yıl öncenin anneliği, aynı kişinin birkaç yıl ara ile olan çocuklarına anneliği bile değişiyor. Meğerse ne büyük yanlışmış, bir insanı anneliği ile yargılamak, suçlamak. Yaşadıkça, gördükçe daha iyi anlıyor insan. Annelik hemen her gün tekrar tekrar üzerime geçirdiğim, her giyişimde ilk kez giyermiş gibi bir taraflarını beğenmeyip kâh etek ucunu uzattığım, kâh belini daralttığım bir elbise benim için. Ben ki annemin annelik giysisini çocuk gözümle beğenmez, içten içe yargılar, ben daha güzelini dikerim derdim. Halbuki ne de çabuk unutmuşum, o usta ben çıraktım; daha dün gibi, ipliği iğneye geçirip elime verişi, onun tarifiyle “Barbie” bebeğime ilk elbisesini dikişim.

 

Annelik kadınlığı öldürür mü?

Ağlayarak uyandım, genzimin derinlerinde acı iniltilerle… İçimde bir huzursuzluk, telaş içindeyim. Arabamı çalmışlar, arabamı çalmışlar… Baktım sağıma-soluma… Yatağımdayım, eşim yok yanımda. O an hatırladım akşam tartıştığımızı, ardından ağlayarak uykuya daldığımı. Uyanıkken yapamadığımı yapmıştım rüyamda. Kapıp vestiyerde asılı duran arabanın anahtarını, bir hışımla basıp çıkmıştım evden… Altımda jilet gibi, kan kırmızısı bir araba. Farkındayım, herkesin gözü üzerimde. Nasıl da fevri kullanıyordum içimdeki hırsla… Kaç kazayı kıl payı atlattıktan sonra arka yandan çarpıp durabildim bir arabaya. Ben iyiyim neyse ki; telaşla inip arabadan, gidiyorum çarptığım araca. İki oğlan, bir kız, bir de bilge görünümlü bir amca. İyiler hepsi de. Bir tek kız çok korkmuş onun tarafından çarpınca. Sonrasında “Altında son model araban da olsa, bu kadar güvenme, temkinli git” dedi bilge kişi bana. Ben o telaşla onlarla ilgilenirken birilerinin de benim arabamla ilgilendiğini fark ettim. Biraz işkillendim, aldım zannetmiştim arabada kalan eşyalarımı ve arabanın anahtarını. Oysaki almamışım. Olay durulup ben arabama yönelince, baktım benim lüks güzel arabam yok ortalıklarda. Elime ise bir anahtar tutuşturmuşlar o kargaşada. Kala kala bir ben, bir de gösterişsiz, gri renkli, ticari kullanımı olan bir araba kalmış ortalıkta… Nasıl ağlıyorum, nasıl bağırıyorum… “Bu benim arabam değil, arabamı çaldılar benim” diye… İyi de benim zaten kırmızı arabam da yok normalde… Anlamı neydi bu kırmızı arabanın benim için diye düşününce, çıktı her şey gün yüzüne… Dokuz aylık hamile olduğum ve yatmadan önceki tartışmanın ana konusu, ilgisizliğin nedenini değişen bedenime mal edişim olduğu düşünülürse…

Kırmızı lüks araba benim gebelik öncesi bedenimdi; içinde olmaktan keyif aldığım, özgürce kullanabildiğim ve kendimce “onun sayesinde” ihtiyacım olan ilgiyi alabildiğim. O hengâmede anahtarı elime tutuşturulan, geriye kalan gri araba ise şu anki bedenim; içinde bebeğimi taşıdığım, normalleşen, sıradanlaşan, benimsemek istemediğim… O panikle rüyamda polis merkezine koşup ağlıyordum; içimde küçük de olsa bir umut, belki birileri ona çok zarar vermeden tekrar geri alabilirim diye. Sanırım gerçekte de önce doğumhaneye sonra spor salonlarına koşacağım, eski halime dönebilmek için… Ey bilinçdışı sen nelere kadirsin… Dile gelemeyenleri getirir, hakikati tüm çıplaklığıyla öylece insanın gözünün önüne seriverirsin.

 

Annenin her söylediği doğru mudur?

Bir varmış bir yokmuş… Ülkenin birinde rengârenk devler yaşarmış. Bir gün siyah devi, beyaz dev evine çağırmış. Anne devler kahvelerini içerken, çocuk devler oyun oynuyorlarmış. Çocukluğun doğasındandır ya, atmalı tutmalı oyunları çok severlermiş. Attıkları top gitmiş ev sahibinin en sevdiği vazoya çarpmış, yere düşen vazo parçalara ayrılmış. Ev sahibi olan beyaz dev “Hiç önemli değil…” demesine kalmadan, siyah dev bağırmış oğluna “Sen ne kadar yaramaz bir çocuksun böyle”, küçük çocuktan cılız bir ses çıkmış “Ben yapmadım anne”, siyah dev çıkışmış yeniden “Senin attığını gördüm, bir de yalan söyleme”… O anda tüm olanlar olmuş. Meğer devlerin sözleri büyülüymüş, gözlerine bakıp söylenince, giysi olur karşısındakinin üzerine geçermiş. Yaramazlık da, yalancılık da sihirli elbise olmuş, geçmiş küçük oğlanın üzerine. Beyaz dev hemen olaya müdahale etmiş “Sanırım annen biraz öfkelendi ama kırılan vazonun hiçbir önemi yok. Ben senin ne yalancı ne de yaramaz olduğunu düşünüyorum” demiş. Çocuk inanabilse büyü bozulacakmış aslında ama çocuklar en çok annelerinin sözlerine inanırmış. İlk anda üzerinde eğreti duran o elbiseler zamanla çocuğun üzerine yapışmış ve içine geçmiş. Büyüdükçe onun bir parçası olmuş ve hakikaten işe yaramaz, yalancı, yaramaz bir dev olup çıkmış. Bu hikâye kulaktan kulağa yayılmış, o günden sonra hiçbir dev çocuğuna kötü söz söylememiş, devler ülkesinde de hiç siyah dev kalmamış. Sonsuza kadar mutlu ve huzurlu yaşamışlar… Masal bu ya, hepsi uydurmaca…

Gerçek olan ise; annelerin sözlerinin sihirli olduğu ve çocukların en çok annelerinin sözlerine inandığı…

*Psikeart dergisi annelik sayısında yayınlanmıştır 

Fatmagül DİKYAR ALTUN

Çocukluğumda beni olgunluğum hiç yalnız bırakmadı, olgun yaşlarımda da neyse ki çocukluğum.

Olgun bir çocuk olarak her zaman övüldüm, desteklendim, örnek gösterildim. Olgun yanımla sabrettim, azmettim, çokça ders çalıştım. Büyüyünce doktor olacağım diyen çocuğun sözünü tuttum ve doktor oldum, yetmedi ihtisasımı yaptım. Yaş aldım, evlendim, anne oldum. Tüm ‘yapılması gerekenleri’ (iş, evlilik, çocuk) yapıp bitirince, kalakaldım.

Yeni bir cana hayat verirken, hayata dair, çetrefilli bir sorgulama sürecine girdim. Çocuklarıma şefkat göstermeye çalışırken, kendimi bundan çokça mahrum bıraktığımı farkettim. İçimdeki çocuk huzursuzlandı, kıskandı. O günden sonra koşulsuz ebeveynliğin kapıları aralandı benim için, çocuklarımla birlikte kendi çocukluğumu da sevmeye başladım, ona şefkat gösterdim.

Şimdi küçük bir devlet hastanesinde çalışıyorum. Psikiyatrist ve psikoterapistim. Kişisel merakım gereği güvenli bağlanma, şefkatli ebeveynlikle ilgili okuyor, araştırıyor ve projelerle ilgileniyorum. Kendime ayırabildiğim zamanlarım içerinde, çocuk öyküleri yazıyor, çocuk kitapları resimliyor, çeşitli dergiler için yazılar kaleme alıyorum.

Koşulsuz sevgi tohumlarını çocuklarımızın yüreğine ektikçe, şiddetsiz iletişimi becerebildikçe; dünyanın bolca huzur ve mutluluk hasat edeceğine, çok daha güzelleşeceğine inanıyorum.

Sosyal  Medya Hesapları;

*http://hayalkumbaram.blogspot.com.tr

*https://www.instagram.com/terapi_vakti

*https://www.instagram.com/dr.fatmaguldikyaraltun

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir