Özlem Şatır Taşçıoğlu’nun Pozitif Doğum Hikayesi

Tarih: 18 Mayıs 2015

Saat: 04:48

İlk tepki: Önceden planlamadan ve tamamen o anki heyecanla alınan bir ekran fotoğrafı

Evet, bu resmi gebeliğim boyunca telefonumun ekran koruyucusu ve duvar kağıdı olarak kullandım. Bir sosyal paylaşım platformunda görüp beğendiğim bir resimdi ve benim için herşeyin özetiydi.

Resimde çömelerek doğumuna yol veren bir anne adayı ve “yapabilirim ve yapacağım” (I can and I will)” yazısı…

“YAPABİLİRİM VE YAPACAĞIM”

???????

Gerçekten yapabilir miydim acaba? Ben de bu resimdeki kadın gibi “aktif bir doğum” gerçekleştirebilir miydim? Yani doğumuma kendim yön verebilir miydim? O an rahat ettiğim/ihtiyaç duyduğum pozisyon ne ise onu talep edebilir miydim doğum esnasında? Bunu o kadar çok istiyordum ki çünkü. Yani, “tamamen müdahalesiz doğal bir doğum” yapabilmeyi!

Bu resim o yüzden çok iyi gelmişti bana. Aynı zamanda artık tanık olmamızın belki de mümkün olmadığı ama hala annelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz, o “tarlada çalışırken doğuran kadın” mitini de hatırlatıyordu. Hem onu düşünüp, hem bu resme bakıp daha da iştaha geliyordum ben de.

Çünkü;

“Doğum” kadına verilmiş en büyük hediyeydi benim için. Onun “ÖZÜ” idi, “doğal”ı idi. O, bu yüzden kadındı. Tabi ki “yapabilirdi ve yapacaktı”! Doğadaki diğer memeli canlılar gibi o da doğurabilme potansiyelini içinde barındırıyordu. İnsanoğlu var olduğundan bu yana zaten çoğalıyordu/doğuruyordu.

Peki bana “ACABA?” dedirten neydi o zaman?

Evet, bana ACABA dedirten sebeplerin birinci ve en önemlisi; gebeliğim boyunca yaşadığım, 5. aydan itibaren de beni yataklara düşüren ve çok nadir görülen bir rahatsızlıktı. İsmi SPD (Symphysis Pubis Dysfunction). Özetle: Pelvik (leğen) kemikteki beklenenden fazla açılma ve asimetri oluşturma durumu. “Sadece sırt üstü yatmak” dışında, gündelik her türlü ihtiyacı gidermenin acılar ve gözyaşları içerisinde gerçekleştiği bir durum hem de. Ve akabinde, önce pelvik korse, sonra koltuk değneği ile devam etmek zorunda kaldığım, daha sonrasının ise tekerlekli sandalyeye kadar gidebileceğini öğrendiğim kabus dolu bir gebelik dönemi.

Zihnimde dolanan ise tek bir düşünce: Bu şaka olmalı! Hem de çok kötü bir şaka!

Doğumumla ilgili çok güzel hayallerim vardı çünkü. Doğumun doğası hakkında pek çok şey okumuş, araştırmış, kötü hikayelere kulaklarımı tıkamış, hep pozitif hikayeler dinlemiş ve kendimi hazırlamıştım. Hem de seneler öncesinden, henüz gebe bile değilken. Ama şimdi yattığım yerden kalkarken bile belden aşağımı kontrol edemez ve eşimden yardım ister durumdaydım. Ağrılarımın sebep olduğu gözyaşlarıma, bir de hayal kırıklıklarımın sebep oldukları eklenmişti. Psikolojim allak bullaktı.

Bu rahatsızlığı yaşamadan önce bile; hayalimdeki doğumu gerçekleştirmek için yine çaba harcamam gerektiğini düşünüyordum aslında. Çünkü sezaryen doğum oranında dünya birincisiydik ve doğumların çoğu; nedense, bir şekilde, son anda hep sezaryen olmak zorunda! kalıyordu ve doğal olan artık bu olmuştu. Halbuki, aslında sezaryen bir ameliyattı, tercihe bırakılmış bir doğum şekli değil. Gerçekten gerekli olduğu durumlarda ise hayat kurtarandı ve böyle durumlar için de “iyi ki var”dı. Ama daha fazlası değildi ve de olmamalıydı.

İşte 2. ACABAm da bu yüzdendi. Sistem bunu dayatır olmuştu neredeyse. Hastaneler bile öyle afili kampanyalar yapıyorlardı ki sezaryen doğum alternatifi için. Doğum fotoğrafçısı, kuaför ve buna benzer bilimum cazip! öneriler sunuluyordu önüne anne adayının. İlk sordukları soru da “Hangi tarihi planlıyorsunuz doğum için?” oluyordu. Tebessüm ederek “Planlamıyorum, bebeğim ne zaman isterse o zaman olacak” dediğinizde de tuhaf tuhaf bakıyorlardı yüzünüze.

Öncesinde kafamı kurcalayan düşünceler işte bunlarken, sonrasında sezaryenin gerçekten gereklilik olarak değerlendirilebileceği bir durumla sınanıyor olmak da hayatın ironisiydi benim için. Ama öte tarafta da hep inandığım bir gerçek vardı: İnsan isterse herşeyi yapabilirdi. Bunun için “gerçekten inanması” yeterliydi.

Mucizenin gerçekleştiği o güne hızlı bir geçiş yapalım hadi.

Tarih:18.05.2015

Gebeliğimin son aylarında olduğu gibi yine uykusuz gecelerden biri. Salonda volta atıyorum. Neyse ki son 2 haftadır yüzüm gülüyor. İnandığım şey gerçek oldu. Artık koltuk değneksiz de çok zorlanmadan hareket edebiliyorum. Acı çekmeden yürüyebiliyor olmanın bile, başlı başına şükür sebebi olduğunu idrak ettiğim günlerin ertesindeyim. Şükürdarım. Salonda volta atmak bir süre sonra yorunca oturup dinlenmek ve kızımla konuşmak istiyorum. Artık 40+0 dayız çünkü. Telefonuma indirdiğim bir uygulamaya göre ise  tam da beklenen doğum tarihimizdeyiz. Bundan sonra geçecek her günün beni biraz daha fazla heyecanlandıracağının bilinciyle ellerim göbeğimde, hissederek sesleniyorum ona: “Artık herşey tamam minik kızım. Sen de sağlıklısın, aramıza gelmek için hazırsın. Biz de seni dört gözle bekliyoruz. Ne olur çok bekletme de gel”.

İçim geçiyor oturduğum yerde sonra. Bir süre sonra ise gözlerim açılıyor. Yine çok sıkışmışım. Zaten son aylarda adeta tuvalette geçiyor ömrüm. “Hadi kalk tuvalete gir ve sonra biraz uyumaya çalış Özlem” diyorum. Veee, o da ne? Tuvalete gittiğimde gördüğüm şeyle kalbimin atışlarını kulaklarımda hissediyorum. Evet bu gördüğüm şey “nişan”!. “Kızım sesimi duydu ve gelmeye karar verdi. Şükürler olsun” diyorum. Nişanı görmemle eş zamanlı hafif adet sancılarına benzer sızlamalar hissediyorum kasıklarımda. Yüzümde güller açıyor. Bu anı kaydetmeliyim diye düşünüyorum ve telefonumu elime alıp ekran resmi çekiyorum. Saat: 04:48

Sessiz sedasız salona geri dönüyorum sonra. Artık kızımla çok güzel bir işe imza atacağız çünkü o yüzden odaklanmak istiyorum. Eşimi uyandırmak aklımın ucundan geçmiyor bile. Açıkçası ne kadar yalnız kalabilirsem o kadar kolay olacağını düşünüyorum herşeyin. Doğumum başladı biliyorum ama doğumun hemen gerçekleşen bir şey olmadığını da biliyorum. O yüzden ilk saatlerinde hiçbir şekilde bölünmek istemiyorum.

Doktorumla konuşmuştum zaten. Doğumun çok büyük bir kısmını evde geçirmek istediğimi ve artık sonlara doğru hastaneye geleceğimi (müdahalesiz bir doğuma en yakın bu şekilde olabileceğimi) o da biliyordu ve onaylamıştı. Evde geçireceğim bu süreçte de yalnız olmayacaktım tabi. Yanımda hem ebem hem de doulam Katie olacaktı. O yüzden doktorumun da içi rahattı. Süreçte kontak halinde olacaktık zaten.

Dalgalar geliyor, bense onları büyük bir sükûnet ile karşılıyordum. Bunda; gebelik dönemim süresince (şartlar el vermediği için yapamadığım yoganın yadigarı) nefes tekniklerini uyguluyor olmanın ve “hypnobirthing” hakkında okuduğum kitapların etkisi çok büyüktü. Onlar sayesinde bu kadar sakin ve rahattım. Cep telefonuma indirdiğim ve gerçekten çok işime yarayan bir aplikasyonla dalgaların başlangıç ve bitişlerini kaydediyor ve ne aralıkta tekrarladıklarını görüyordum artık. Sanırım 2 saat geçmişti bile. Bu süreçte kızımla tek başıma devam ettiğim yolculuğumuza birilerini daha ortak etmem gerektiğini hissediyordum. Kaydettiğim dalga aralıkları ile ilgili ekran görüntülerini Katie’ye yolladım. Saat 06:30 falandı sanırım. “Evet, doğum başlamış biraz daha bu şekilde devam edebilirsin bence” dedi. “Anlaştık” deyip kapattım. Eşim uyanmasın diye bu görüşmeyi balkonda yapmıştım aslında ama sanırım ona da malum olmuştu ve odadan bana seslenerek kiminle konuştuğumu sordu. “Kızımız gelmeye karar verdi sanırım. BÜYÜK GÜN BUGÜN!” dedim.

O andan itibaren heyecanıma ortak bir kalp daha vardı ve dalgaları kaydetme işi artık ondaydı. Ben sinyali veriyordum o ise kaydediyordu. Dalga aralıkları kısalmaya, süreleri uzamaya başlamıştı. Evet herşey okuduğum ve öğrendiğim gibi ilerliyordu ve ben de bu yüzden gayet kontrollü idim. Ablamı da arayıp haber vermiştim. Onun desteğinin doğumuma çok büyük katkısı olacağını bildiğimden, eşim ve ebem hariç yanımda istediğim yegane kişi oydu. O da koştu geldi hemen. Katie de yola çıkmış geliyordu. Dalga aralıklarının gitgide kısaldığını gören ablam ve eşim: “Katie ile neden hastanede buluşmuyoruz?” diye beni sıkıştırıyorlardı. Bense gayet iyi olduğumu ve hastaneye gitmek istemediğimi söylüyordum dalgalardan sonra gelen dinlenme aralarında. Tüm bu süreç içerisinde fiziksel olarak hissettiğim tek şey de belimdeki baskı şeklindeki ağrıydı. Sıcak bir duşun iyi geleceğini düşünüp hemen duşa girdim. Suyu, belimde hissettiğim ağrıya doğru akıtıyordum ve bu gerçekten rahatlatıcıydı. Duştan sonra ise ağrı kesici niyetine eşim ve ablamın belime uyguladıkları masajı kullanıyordum.

Gebeliğimin yaklaşık 3.ayında “Keşkesiz Doğum Kursu”nun Antalya’daki ayağına katılmıştık bir de eşimle. Sanırım bu da süreç içerisinde “iyi ki yaptık” dediklerimden biri oldu, çünkü gerçekte bir hayli panik olan eşim bile soğukkanlılığını koruyor ve orada öğrendiği masajlar vs. ile bana gerçekten büyük destek oluyordu.

Bu arada doktorumu da bilgilendirdim durumla alakalı tabi. Ebemin gelir gelmez açıklığımı kontrol etmesini istedi. Katie geldiğinde yolun yarısını aşmıştım bile, açıklığım 5cmdi. Ne güzel! Hiçbir şey katlanılamaz boyutta değildi ve dahası tahminimden çok daha iyi gidiyordu herşey. Evdeki süreç aynen devam ediyordu. Tek değişen kişi sayısıydı. Artık ben, bebeğim ve artı 3 kişi idik. Daha fazlasını da zaten istemiyordum. Bu yüzden herkesle önceden bir anlaşma bile yapmıştım. Yanımda panik olacak, beni de bu yüzden tedirgin edecek kimse olmayacaktı çünkü o an bebeğimden başka hiçbir şeye konsantre olmak istemiyordum. Aslında her ikisi de fazlaca pimpirikli olan eşim ve ablamın da gayet sakin durmalarının sebebi de sanırım buydu. “Yoksa tek başıma bile doğurabilirim” diye tehdit etmiştim herkesi…Bu konuda da hiç şakam yoktu

2. kontrolde açıklığım 8cm di ve artık yola çıkma vaktiydi. Evet, 8cm açıklıkla düştük yollara. Hastanemiz pek yakın da sayılmazdı bu arada. Dalga esnasında trans halinde, aralarında ise güle oynaya gidiyorduk. Hastaneye varır varmaz kapıda doktorumuz karşıladı bizi, odama çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Doğuma çok az kalmıştı nasıl olsa, direkt doğum odasına gitmek istedim o yüzden. Nasıl bir yer olduğunu hastane ziyaretimde gördüğüm için de, içim rahattı. Tek kişilik bir doğum odası. Hastane ekipmanları da olmasa gayet sıcak bir ortam bile sayılabilirdi. Girer girmez ilk iş ışıkları kıstırmak oldu. Loş bir ortamda daha huzurlu olacağımı biliyordum. Eş zamanlı olarak fonda rahatlatıcı bir müzik çalmaya başladı. Sanırım bu da Katie’nin sürpriziydi. Son ayımda hem doktorum hem ebem hem de hastane ile doğum tercihlerimle alakalı yazılı bir doküman paylaşmıştım. 3.5 sayfacık! uzunluğunda ve hayalimdeki doğumu anlatan. İşte bunlar da o dökümanda yazanlardan sadece ikisiydi. Ama itiraf etmeliyim ki o anki heyecanla açıkçası kimsenin hatırına geleceğini tahmin etmiyordum. Hatta ben bile unutmuştum bazılarını. Bu yüzden çok mutlu olmuştum. Herşey istediğim gibi ilerliyordu. Ben gayet rahat, yanımda sevdiklerim, hastane ortamı demeye dilimin varmayacağı bir doğum odası, odağımda tek bir düşünce: Doğumum!

Dalgalar geldikçe o anda en yakınımda kim var ise onun kollarında buluyordum kendimi. Tek istediğim belime basınç uygulamaları oluyordu. Bazen tuvalette oturmak rahatlatıcı geliyordu, uzun dakikalar orada kalıyordum, bazense yürümek istiyor çift odalı doğum odasında volta atıyordum. Arada Nimet Ebe yere serdiği örtüyü gösterip 4 ayak pozisyonunda devam etmek isteyip istemediğimi soruyordu. Aslında en çok rahat edebileceğimi düşündüğüm bu pozisyonda pek de rahat ettiğim söylenemezdi. İlk denemeden sonra ayakta devam etmeye karar vermiştim bu yüzden. Arada sadece 1 kez açıklık kontrolü için doğum koltuğuna oturdum. Sonra kaldığım yerden devam.

Hastaneye geleli 1.5 saat olmuştu. Bu zaman zarfında hep ayakta karşılamıştım dalgaları. Doktorumun “İsterseniz dinlenmek için doğum koltuğuna oturabilirsiniz” teklifini geri çevirmeyip doğum koltuğuna yerleştim sonrasında.

O andan itibaren ise, kendimi bir orkestranın şefi gibi hissetmeye başladım. Perdenin sahne tarafında ben, muhteşem bir eser ortaya koymaya çalışıyor, diğer tarafında ise bu eserin tanığı olmaktan büyük mutluluk duyduğu yaptıkları tezahüratlardan belli olan eşim, ablam, doktorum, doulam, ebem. Gözlerim sürekli kapalı olduğundan görmüyorum ama sesleri kulaklarımda çınlıyor ve beni daha da yüreklendiriyor. “Harikasın”, “Çok iyi”, “Aynen devam et”, “Çok az kaldı”. Perdenin diğer tarafından gelen tezahüratlar ne kadar da iyi geliyor. “Saçı göründü artık çok az kaldı” dediklerinde şaşkınlıkla birlikte büyük bir mutluluk yaşıyorum. Tahminimden çok daha kolay ilerliyor herşey çünkü. Madem doğumun son dakikalarını yaşıyorum, yakında hayatımın gerçek anlamına, özümden bir parçaya kavuşacağım deyip, o çok rahat ettiğim elbisemi de çıkarmak istiyorum, bebeğimle doğar doğmaz “ten tene temas” sağlayabilelim diye. Elbisemi çıkardıktan sonra tekrar gözlerimi kapayıp nefesime odaklanıyorum. Baştan beri yaptığım gibi. Gözlerimin önünde ise bir nilüfer çiçeği (lotus) imgesi var artık. Minik bir tomurcuk iken yavaş yavaş açılan, açıldıkça büyüyen ve yeni bir hayata yol verecek olan. Herbir yaprak açıldıkça ben de açılıyor ve bebeğime daha da yaklaşıyorum.

Böyle hayal ediyordum yani. Mutluluk, heyecan, sabırsızlık, huzur, dinginlik benimleydi. Korku, endişe, ağrı ise yanıma bile yaklaşmamışlardı. Sanırım diğerleri olunca onlara yer de kalmamıştı.

Ve, artık ıkınma hissi de eşlik ediyordu dalgalara. İstemsiz bir ıkınma hissi. Doktorum aralıksız birkaç nefesle, bebeğime kavuşacağımı söylediğinde sahip olduğum tüm enerjimi de bu nefeslere harcadım ve bir balık gibi kayışını hissettim özümün, Özüm’ün. Kahkahalar, mutluluk nidaları dolduruyordu şimdi de odayı. Özüm göğsümde henüz göbek bağı kesilmeden memeyi bulmuştu bile. Dünyanın en güzel duygusu sanırım buydu. Nabız atımı bitmeden göbek bağının kesilmemesini rica etmiştim doktorumdan, Özüm’ün daha ona ihtiyacı vardı. Poposuna atılan bir şaplakla ağlayarak değil, doğal akışında kendi kendine nefes alarak merhaba diyecekti dünyaya çünkü. Öyle de oldu. Artık kordonu kesebiliriz dendiğinde ise o işi babası üstlendi. Böyle bir doğumu belki de hiç aklından geçirmeyen eşimin o an gözlerinde gördüğüm ışık da onun mutluluğunu ve böylesi bir mucizeye tanık olmanın verdiği keyfi anlatıyordu. O an birkez daha  “iyi ki yapmışım” dedim.

Özüm’ün ilk kontrolleri de göğsümde yapıldı ve en huzur bulduğu yerden, annesinin göğsünden hiç ayrılmadı. Bebeğimin eşi, sevgili plasentamız da 5 dakika içerisinde hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden doğuverdi. Onunla ilgili de planlarım vardı. Bu yüzden “Plasentamı almayı unutmayalım” diye sıkı sıkı tembihliyordum ablama. 9 ay boyunca bebeğimi besleyen, büyüten bu muhteşem kaynak, bundan sonra Özüm adına evimizin bahçesine dikeceğim bir erik fidanını besleyip büyütecek ve ona arkadaş olmaya devam edecekti. Epizyotomisiz, birkaç ufak dikişle ayrılıyordum doğum koltuğundan. Ve kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, “Hadi gidelim artık odamıza” diye ayaklandım. Tekerlekli sandalye isteyen doktoruma “Ben yürüyerek gidebilirim ki” diye tebessüm etmem birşey ifade etmedi, faltaşı gibi açılan gözlerini bana çevirip “O kadar da değil Özlem Hanım! Hadi bu sefer de bizim dediğimiz olsun” diyerek tekerlekli sandalyeye binmeye ikna etti beni. Kabul edişim de bir nevi teşekkür oldu benim için. Ne de olsa, bana inanmış ve bu süreçte sonsuz desteğiyle hep yanımda olmuş, doğumumu kolaylaştırmıştı. Koca bir teşekkürü hakediyordu.

Doğduktan sonra yıkanmasını istememiştim bebeğimin. Kurulanarak ve üzeri giydirilerek babasına verilmişti ben doğum koltuğundan kalkarken. Sonrasında odamıza çıkarken ise yine benim kollarımdaydı. Bir an olsun yanımdan ayrılmadı. Hastane rutinlerinden hiçbiri de o an minik kızıma yapılmadı. O henüz dünyaya gelmişti ve ihtiyacı olan şey sadece ana sıcağıydı.

İşte böyle… Toplamda 7.5 saat süren, 5.5 saatini evde, son 2 saatini de hastanede geçirdiğim serüvenin sonuna gelmiştik nihayet. Sanırım evde geçirilen uzun saatler böylesi bir doğum yaşayabilmemin en büyük sebeplerinden biriydi. Hastaneye vardığımızda artık herşey rayına girmiş, 8cmden fazla açıklıkla gayet sakin ve huzurlu bir anne adayı olarak önerilebilecek hiçbir müdahaleye de mahal vermemiştim. Öyle ki, damar yolu bile açılmamış, NST denen aletle de tanışmadan bu doğum deneyimini yaşamıştım.

Hayatımda yaşadığım en özel saatlerdi. Ve herşey o kadar güzeldi ki; varlıkları ile bu muhteşem ana çok büyük katkılar sağlayan eşim, ablam, doktorum, doulam ve ebem iyi ki hep yanımdaydılar. Sonsuz teşekkürler benden hepsine. Teşekkürün en büyüğü ise, annesini bu zorlu yolda yalnız bırakmayan, onu hayallerine kavuşturabilmek için üstüne düşen herşeyi harika bir şekilde yerine getiren ve bu işi (doğumu) gerçekten çok iyi bilen minik kızım: ÖZÜM’e !

 

Özlem ŞATIR TAŞCIOĞLU

Hayatına giren en bilge kişi, minik kızı Özüm ile birlikte büyüyen, değişen, gelişen; doğal doğum, doğal beslenme ve doğal ebeveynlik sempatizanı, DOĞA aşığı, kitap kurdu, yazan, çizen, tasarlayan bir anne, bir eş.

Hep birşeylere merak duyar, durmadan sorgular, kalıplara sığamaz, kurallara gelemez. Bir de aklına geleni paylaşmazsa rahat edemez. Bu yüzden www.surudenkacankoyun.blogspot.com isimli bir blog açar, içinde birikenleri de hep buraya döker. Özüm’le biriktirdikleri de var tabi. Onlar da @ozumunkumbarası ’nda…

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir